İskender

Geçtiğimiz Pazar gecesi, İskender’in artık olmadığını, konuşamayacağımızı, kavga edemeyeceğimizi, oyun oynayamayacağımızı bilerek yattım. Uzun süre uyuyamadım, uyuduğumsa ise parça parça, huzursuz. Sabaha karşı berbat bir rüyadan uyandım: Ezgi’yle (on dört yıldır birbirimize fiske bile vurmadığımız, sesimizi biraz yükseltsek günlerce vicdan azabı çektiğimiz sevgilim, karım) tekme yumruk birbirimize girmişiz. Ben bir yandan dövüşüyorum, bir yandan da bağıra bağıra Yeats’in ‘The Second Coming’ şiirini okuyorum:

Gitgide açılan bir helezonda döne döne
Duyamaz olmuş doğancıyı doğan;
Dağılıyor her şey, kaçıyor merkezin elinden;
Anarşi salınmış dünyanın yüzüne,
Yükseliyor kanla kararmış sular
Boğuluyor masumların ayini her yerde;
En iyilerin imanı tükenmiş gitmiş,
En kötülerse dopdolu şehvetli bir hevesle.
(W.B. Yeats, The Second Coming)

Uyandığımda aklımda tek bir şey vardı: Bu rüyayı İskender’e anlatmalıyım. Her rüyamı anlatmam İskender’e (aslında çoğunu anlatmam). İskender’e anlatılacak rüyanın içinde şiir olmalı, politik/felsefi hikayeler olmalı ki oturup “rüya yorumluyoruz” bahanesiyle uzun uzun konuşalım, şiir kitapları karıştıralım. Sonra da rüyanın son derece basit, doğrudan yorumuna varıp (ki ikimiz de başından beri biliyoruzdur bunu), konuyu kapatalım. Bu rüyada da aynı şey olurdu herhalde: Yeats’den başlar, kapitalizmin krizine uğrar, krizin aslında kapitalizmin değil uygarlığın krizi olduğu konusunda anlaşır, başka şiirlere bakar, o iki kişilik şiddet anının çağrışımlarını konuşur, sonra da susardık. Sonra İskender bana “Aslında bu rüyanın ne olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye sorardı. “Her rüyanın en açık arzusu, o rüyadan uyandığın anda ilk aklına gelen şeydir. Sen bu rüyayı anlatacak bir İskender olsun istiyorsun. Geçmiş olsun, yok artık.”

İskender’in yokluğunu kabul etmem zaman alacak. Hayatımda bu kadar anlaşamadığım tek dostum oldu (ve dostum kaldı). O yüzden o dostlukta bencilliğin, narsisizmin, onaylanma arzusunun neredeyse hiç payı olmadığını çok iyi biliyorum. Kimseyi kayırmazdı İskender, ben de dahil. Ben de buna razı olmayı öğrendim, zor da olsa.

Çarşamba günü, hala alışamamıştım yokluğuna. Salı günü cenazede olabilseydim, belki de cemaat ruhuna kapılır, kaybı kabullenebilirdim, ama emin değilim. Cenazelerdeki ve mitinglerdeki cemaat ruhuna kapılmayı pek beceremem, ciddi bir sakatlık bu, ama tedavi olamadım hala. O yüzden Çarşamba günü Ezgi’yle çıkıp Sainte Catherine kilisesine gittik, belki kendi ayinimizi yapabiliriz diye. İskender’in Hıristiyan ayinine de yabancı olmadığı (aslında hiçbir inancın ayinine yabancı olmadığı) hepimizin malumu. O yüzden birer mum yaktık İskender için. İsa’nın temsili bedeni önünde, duvarda şu yazı vardı:

Ben dirilişim ve hayatım.
Bana iman eden ölse de yaşayacak;
Kim ki yaşamıştır ve bana iman etmiştir, ölmeyecek asla.
(Yuhanna 11, 25-26)

Ölümsüzlüğü şarta-şurta bağlayan bu pasaj da pek yakın değil bana. Ama ne yapalım, Katolik Brüksel’de bulabildiğimiz en yakın ayin bu oldu. Bana kalsa, Taocu bir pasajı yeğlerdim İskender’in anısına:

Başkalarını tanımak zekadır,
kendini bilmek bilgelik.
Başkalarını yenmek kuvvet ister,
kendini yenmek büyüklük.
Servet, yetinmeyi bilmektir.

Ölene kadar yaşamak
yeterince yaşamaktır.
(Tao Te Ching, 33)

İskender’in kendisini tekrar tekrar nasıl yendiğini yıllar boyu imrenerek gözledim. Yetinmeyi bildiğinden hiçbirimizin kuşkusu yoktur herhalde. Biriktirdiği onca bilgiyi, anlamı bol keseden nasıl dağıttığına, dağıttıkça daha da biriktirdiğine tanık olduk hepimiz. “Öğreten kişi” olmadan nasıl öğrettiğini, öğrettiklerinden nasıl öğrendiğini gördük. O yüzden “yeterince yaşadığından” kuşku duymamalıyız. Bunu kabul edemiyorsak, bencilliğimizden (en azından benimki öyle), ondan mahrum kalmaya razı olamamamızdan. Onun bol keseden dağıttıkları yetmedi hiçbirimize; çünkü o dağıttıklarının geldiği yerde çok daha fazlasının olduğundan şüphemiz olmadı hiçbir zaman. Hepimiz biliyorduk onun “başardıklarının”, aslında yapabileceklerinin küçük bir küsuratı olduğunu. O, “büyük işler yapmadan yüceliğe ulaşan” nadir bilge ruhlardan biriydi. Gerçek değerini de ancak önümüzdeki yıllarda bileceğiz.

Shelley’in Keats için söylediklerini tekrarlamalı burada, her ne kadar İskender Keats gibi hayatının baharında çekip gitmediyse de:

Susun, susun! Ölmedi o, uyumuyor—
Hayat rüyasından uyandı sadece—
Asıl biziz fırtınalı kuruntularda kaybolmuş,
Beyhude bir kavgayı sürdüren hayaletlerle,
Ve çılgınca bir vecd halinde saplayıp duran
Ruhumuzun hançerini yaralanmaz hiçliklere.
(P.B. Shelley, Adonais)

Biliyorduk, en kırılganımızdı İskender. En aldırmaz, en kayıtsız, en kaygısız görünenimiz olsa da çok kırılgandı. Otuz seneyi geçti, benden Sting’in Kırılgan şarkısı üzerine bir şeyler yazmamı istemişti Defter için. Ben de ona öfkeli, saldırgan bir şey yazıp vermiştim, belki de o zamanlar Defter’e öfkeli olduğum için. Meğerse “Kırılgan” derken İskender’i kastediyormuşum bilmeden. Uzun uzun yazmak zor, kısa ve öz anlatacak kadar da sabırlı değilim. O yüzden kendi ayinimi gene Taocu bir deyişle bitireyim:

O yüzden bilge ruhlar bir olana sarılır
her şeyi onunla sınar.
Kendilerini göstermedikçe
parlarlar.
Kendilerini savunmaya çalışmadıkça
hakları teslim edilir.
Kendilerini övmedikçe
başarırlar.
Rekabet etmezlerse,
dünyada rakipsiz olurlar.

Eskiler
“kırıl ki bütün olasın,” dediklerinde
yanılıyorlar mıydı?
İşin aslı, bütün olmak
geri dönmektir.
(Tao Te Ching, 22)

İskender parladı, ışığını gören gördü, aydınlanmasa da en azından orada bir yol olduğunun farkına vardı; işte hakkını teslim ediyoruz hep beraber, yaptığı on bin işin hiçbirinde rakibinin olmadığını kabul ediyoruz. İskender kırılgandı, kırıldı, geri döndü. Evinde şimdi.