Category: <span>Uncategorized</span>

Narcissus, Caravaggio
Aşağıdaki yazıyı sekiz yıl önce, 2015'te yazmış, ama (herhalde pek de önemsemediğim için) yayımlamak yerine academia.edu sitesine koymakla yetinmiştim. Sekiz yıldır yazının konusu olan şahsın ünü aldı yürüdü (YouTube, Fatih Altaylı ve İlber Ortaylı sağolsunlar). Seveni de sevmeyeni de arttı, küfreden ve biat eden çoğaldı. Bense bu tür narsistik figürlerin hem övgüden hem de küfürden beslendiklerini, iki yolla da serpilip geliştiklerini bildiğim için, adını anmamayı seçmekle yetindim (nitekim bakın, burada da anmıyorum). Ancak Şubat 2023 depreminden sonra yeniden şiddetle gündeme geldi hazret. Bense sekiz yıl önce söylediklerime ekleyecek pek bir şey bulamadığımdan, aynı yazıyı bu kez kendi sitemde yayınlıyorum. İster istemez sık sık adı geçecek burada, ama ne yapayım, yazı eski. Yanlış anlaşılmasın, kendisinden nefret ediyor filan değilim. Daha doğrusu arada bir nefret etmeye niyetleniyorum, ama 1970'lerde Robert Kolej'de sınıf arkadaşı olmuş arkadaşlarımın anlattığına göre lise koridorlarında “Sieg Heil!” selamı vererek gezinen, ilgi görmek için kendini paralayan ergen (ki o tarihten beri bu anlamda pek de büyümüş gibi görünmüyor) gözümün önüne geliyor, bir gülme alıyor, edemiyorum.
Yazıda açık arayla haksız çıktığım çok önemli bir nokta var: Kazandığı ünün “on beş dakikalık bir Andy Warhol ünü” olacağı öngörüsünde bulunmuşum 2015'te. Kuşkusuz bu, sosyal medya çağının olanaklarını pek de iyi anlamamış olduğumu gösteriyor. Ayrıca ona ilk şöhretini kazandıran ilk ivmenin bir doğal afet olduğunu, bu tür afetlerin ise bizim niyetlerimizden bağımsız olarak tekrarlanabileceğini de hesaba katmamışım, nitekim öyle de oldu. Keşke o afetin yıkıcı sonuçları, sözkonusu şahısın ününü tazelemekle sınırlı kalsaydı. Keşke!

Jeolog Celal Şengör’ün 12 Eylül darbesini ve o darbeyi gerçekleştiren “komutanlarını” övmeye çalışırken, darbe günlerinde cezaevlerine insanlara dışkı yedirildiğinin hatırlatılması üzerine “İnsana dışkı yedirmek işkence değildir,” beyanında bulunması, uzayıp giden bir tartışmaya yol açtı. Ali Nesin’in Şengör’ü savunmasa da, onu eleştiren ve hatta üyesi olduğu Amerikan Bilimler Akademisi’nden atılması için imza toplayan (görece genç) akademisyenlere çatarak, “Haddiniz değil,” “Şengör bizim değerimizdir” ve “Oturun ve ‘o kim, ben kim, o hayatta ne yaptı, ben ne yaptım’ diye bir düşünün,” ifadelerini kullanması da tartışmayı yeni bir platforma taşıdı. Aslında uzatılacak bir yanı olmayan bir tartışmayı neden uzatmayı seçtiğimi birkaç cümleyle açıklayarak başlayayım.

  1. Celal Şengör (bence) bir jeolog olarak başarıları ya da yetkinliği bir yana, toplumsal olan üzerine, felsefi çağrışımları olan bir alanda bilir-bilmez konuştuğu, haddini ve edep sınırlarını aşan şeyler söylediği için eleştiriliyor.
  2. Öte yandan Ali Nesin’in tabiriyle “linç edilmesi”, üye olduğu uluslararası kuruluşlardan atılması için girişimlerde bulunulması ise bence şiddetle anlamsız. Eğer nefret söyleminde bulunduğu düşünülüyorsa (ki bence bulunmuyor) bunun kanıtlanması gerekir. O zaman diyecek söz olmaz.
  3. Ali Nesin’in Şengör’ün “uluslararası başarılarına” işaret ederek ona sağlamaya çalıştığı dokunulmazlık zırhı ise ayrıca tartışılmalıdır. Şengör’ün beyanları, her ne kadar entelektüel etik değerleri yerle yeksan etse de, “ifade özgürlüğü” açısından savunulabilir elbette. Ancak onu da acımasızca eleştirme hakkı saklı kalmak ve bu hakkı kullananlara “Haddinizi bilin!” ya da “Siz kim oluyorsunuz!” türünden büyüklenici, seçkinci, yukarıdan bakan ifadelerle saldırmamak kaydı ile.
  4. Öte yandan Ali Nesin’in Şengör için sağlamaya çalıştığı dokunulmazlık zırhı, kendisi için geçerlidir. Yani, Şengör’ü savunmak için ettiği laflar bahane edilerek ona topyekûn saldırıda bulunmak yanlıştır. Bize düşen Ali Nesin’i kendi hatalarından da korumaktır.

Şimdi gelelim işin esasına.

Celal Şengör kıymetli bir jeolog olabilir, onun jeologluğunu değerlendirme konusunda ne yetkiliyim, ne de hevesli. Ancak uzunca bir süredir, yani “İstanbul’da 7,6 büyüklüğünde deprem olacak, tsunami olacak, feci şekilde can vereceğiz,” kıvamındaki sansasyonel laflarının (ki geri planında ciddi bilimsel çalışmalar olsa da üslubun “sansasyonel” olduğunu anlamak ve söylemek için jeolog olmaya gerek yok) hükmü yavaş yavaş kaybolalı beri, Şengör aklın alabileceği her konuda benzer provokatiflikte, çoğu mesnetsiz ve zaman zaman da edepsiz lafları ortaya saçarak gündemi işgal etmeyi sürdürmeye çalışıyor.

Örnekleyelim. Mesela bir ara Enver Aysever’le yaptığı bir söyleşide Marx’a cahil, Hegel’e de salak demiş. Ali Nesin’i izleyecek olursam, Marx ve Hegel benim “değerlerim” arasına girer (Şengör girmez). Dolayısıyla, Şengör’ü “Haddini bilmeye” çağırma hakkım doğar. Çünkü benim “değer” derken anladığım şey “milli değer” değildir. Türkiye’den çıkmış birinin kazandığı “başarı” benim özel olarak “göğsümü kabartmaz”; başarının kendisinin ne olduğuna bakarım. Aynı şekilde Aziz Sancar’ın ve Orhan Pamuk’un Nobel almaları, onları da benim için “değer” kılmaya yetmez, yaptıkları işin ne olduğu önemlidir. Son değerlendirmede ikisini de kabullenirim muhtemelen. Çünkü etik duruşları (benim katılmadığım birçok yanları olmasına rağmen), onları “değer” kılar. Bu tür değerlerin ulus-devlet bakış açısından, “‘Bizimkiler’ düvel-i muazzama nezdinde başarı kazandı, haydi sevinelim!” mantığıyla oluşması son derece sakıncalıdır. Dolayısıyla onlara hiçbir entelektüel dokunulmazlık da sağlamaz, sağlamaması gerekir.

Oysa ikisi de Alman olan Marx ve Hegel, benim “değerlerimdir”; o yüzden mesela Marx’ın kötü bir baba, seksist bir cinsel muhafazakâr olmasını (en azından konu bu olmadığı sürece) görmezden gelebilirim. Onlara cahil ve salak diyen cahil ve salaklara ağzının payını vermekten, “haddin değil” demekten de geri durmam. Büyük başarılar elde ettikleri, şu cemiyete üye, bu üniversitede konuk öğretim üyesi oldukları, şu ya da bu ödülleri topladıkları için değil. Yani kısacası, “başarılarından” dolayı değil. “Başarı”nın bu tür konularda kıstas olması (biraz düşünse Ali Nesin’in de kabul edebileceği üzre), kapitalizmin ve onun ideolojilerinin bize dayattığı bir şeydir. Marx sağlığında “başarılı” filan değildi. Arkadaşının inayetiyle geçimini zar zor sağlayan, yazdığı çoğu şeyi bitirip yayınlamayı bile becerememiş bir düşünürdü. Onun “değer” olması, entelektüel ufku Karl Popper’ı bir milim bile aşamayan Şengör gibilerinin anlaması mümkün olmayan bir nedenledir; dünyayı kavrama biçimimizde bir “Aufhebung” (Hegel’in o eşsiz ve çevrilmesi mümkün olmayan tabiri: Bir çelişkinin iki kutbunu hep kapsayıp hem de olumsuzlayarak aşma) yarattığı içindir.

Şimdi, linçe kalkışmadan, hakaret etmeden, Ali Nesin’e soralım: Şengör’e Hegel’e “salak” deme hakkını veren, bizlerden ise ona “salak” deme hakkını esirgeyen, muhteremin “düvel-i muazzama nezdinde, Türk’ün göğsünü kabartan” başarıları mıdır? Eğer kasıt buysa, maalesef Nesin’in yaptığı (kendisinin bu tartışma boyunca adını sık sık hayırla andığı) Murat Belge’nin tabiriyle “Türk’ün Türk’e propagandasından” başka bir şey değildir. Adı geçmişken, bir adım ileriye giderek Murat Belge’den bahsetmek gerek:

Ali Nesin’in “dokunulmazları” arasında dört isim geçiyor: Celal Şengör, Orhan Pamuk, Fazıl Say ve Murat Belge. Dikkatle bakanlar hemen göreceklerdir, bu dört kişi bir “kategori” oluşturmuyor. Şengör, Pamuk ve Say bir kategoride (uluslararası başarılar kazanmışlar, ödüller almışlar, üyelikler ve davetlerle dolu birer CV’leri var), Murat Belge ise başka bir kategoride (bu tür bir “başarısı” neredeyse hiç yok). Ben Nesin’in bu dörtlü için söylediği şeylerin tümünü Murat Belge için gönül rahatlığıyla kabul ederim, diğerleri için ise (kötü uçta Şengör, iyi uçta Pamuk olacak şekilde) az ya da şiddetli çekincelerim olur. Nitekim özellikle son on beş yıldaki (son iki yıl hariç) politik tercihleri konusunda ciddi kuşku ve eleştirilerim olmasına rağmen, Belge’ye bir nevi “dokunulmazlık” tanımayı savunurum. Çünkü benim açımdan Murat Belge, tüm “başarı” mülahazalarını aşan bir etik sınavdan defalarca başarıyla geçmiş, kanaatlerini (doğrusuyla yanlışıyla) maddi çıkar, kişi kayırma, ahbaplık, ikbal beklentisi gibi kaygılarla değiştirmemiş, politik açıdan (bence) en yanlış tezleri savunduğu zaman bile insanlık değerlerini asla elden bırakmamış, büyüklenmemiş, kibre kurban olmamıştır. Bu yüzden benim “değerim”dir. Orhan Pamuk için de benzer şeyler söyleyebilirim, ama kendine özgü bir “ajandası”, her adımının ardında önceden ölçülüp biçilmiş bir hesabı olduğu için ona kefil olamam. Fazıl Say’ın her zaman ne dediğini bildiğinden emin olmadığım için hiç dokunmamayı seçerim. Şengör ise benim açımdan hiçbir etik sınavdan geçemez, “başarısı” her ne ise, onunla ölçüsüz bir kibre sahip olduğu için de savunulamaz bir yerde durur.

Uncategorized

Steven Frost, Rules of the Marquess of Queensberry, 2010

Son günlerde hızla tırmanan kadına karşı şiddet olayları ve cinayetler yeniden gündemimiz oldu. Bunun şimdilik en önemli (olumlu) etkisi ise İstanbul Sözleşmesi’ni savunma konusunda epeyce geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanması, ‘Çıkalım!’cıların irice de olsa bir azınlıktan ibaret kaldığının iyice belli olması. Bu tabii ki meselenin sadece o sözleşmeyi savunarak çözüleceğini göstermiyor. Birincisi, sözleşme yürürlükte de olsa onu uygulatmak gibi bir sorun var, ki bu özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı (en azından bu haliyle) ortadan kalkmadan, ve kolluk ve yargı kurumlarının neredeyse tümüne egemen olan kadın, LGBTİ+ ve özgürlük düşmanı ittifak yenilmeden tam olarak mümkün değil. İkincisi, İstanbul Sözleşmesi de kadına karşı şiddetin ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin mutlak bir panzehri değil zaten: o sadece uluslararası bir yasal düzenleme; toplumsal ve kültürel yapıda köklü değişimler olmadan, yasanın uygulayıcıları o yasanın sadece lafzına değil esasına da ikna olmadan, sorunu kökünden çözmesi mümkün değil. Ancak, gene şimdilik kaydıyla, İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak, ‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır! 6284’ü Uygula!’ diye haykırmak, bugün için en anlamlı politik mevziyi oluşturmamızı sağlayacağından, bu çekinceler askıya alınabilir.

Pınar Gültekin’in katledilmesinin ardından yaygınlaşan tartışmalardan biri de (‘Hak etmiş, zaten evli erkekle ne işi vardı, bağ evine neden gitmiş,’ gibi sabuklamaları saymıyorum bile), kadından yana görünüp ‘abi şefkatiyle’ edilen tavsiyeler. Hepsi de dönüp dolaşıp ‘Canım, kadınlar, siz de birlikte olacağınız erkeği doğru seçin,’ noktasına varıyor. Bu tavır, özellikle (ben dahil) erkeklere ilk duyuşta doğru, en azından bir tür haklılık barındırır gibi göründüğü için özellikle çok tehlikeli. Suçu kısmen de olsa dönüp dolaşıp kurbanın hanesine yazdığı için değil yalnızca. Birçok açıdan tehlikeli; ama ben, en azından benim aklımın başıma gelmesini sağlayan bir örnek üzerinden, bir yanını söylemek istiyorum.

İsim vermeyeceğim, ama Twitter’da, Pınar Gültekin’in kayboluşundan sonra ‘O da kayboldu, başına ne geldi acaba?’ diye gündeme getirilen bir kadın, ‘Merak etmeyin, sağ ve sıhhatteyim, lütfen bu paylaşımlara son verin, ailemin yanına dönmeyeceğim,’ mealinde bir paylaşım yaptı. En kötü ihtimali, yani hesabının ele geçirilmiş olabileceğini aklıma getirmek bile istemiyorum; umarım bunu yazan kendisidir ve gerçekten sıhhattedir. Bu tweet kadınlara ‘akıl verenleri’ uyandırmalı artık: Tabii ki yalnızca kadınlar değil hepimiz zaman zaman (bazen çoğu zaman) bize kötü gelecek, zararlı olacak, hatta geri dönüşsüz hasarlar verebilecek ilişkileri seçebiliriz. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin görünürde en yaygını (ve en azından başlangıç aşamasında toplumsal cinsiyetten bağımsız gibi görüneni), baba-egemen düzen tarafından doğum anından itibaren dayatılmış, nedensiz ve tabii ki haksız bir suçluluk duygusundan kaynaklanan kendine zarar verme ihtiyacı, ‘intropunitive’ (sanıyorum ‘özyıkımcı’ diye çevriliyor Türkçe’ye, sevimsiz bir çeviri ama ne yapalım), kendine yönelik bir şiddet duygusudur. Ailenin yasası özellikle cinsellikle ilgili her durumda yasaklar ve ‘suçlar’ üzerine kurulu olduğu için, her arzumuz, her fiilimiz, hatta her merakımız bile birer suç olur çıkar. Hele bu arzu, fiil ya da merak ‘normal’ olarak kabul edilen dizgenin dışında bir yere yöneliyorsa (ki ‘normal’ denilen şey sımsıkı bir cendere olduğu için çoğunlukla böyle olur zaten), daha kendimizi bildiğimiz andan itibaren suçlu kabul ediliriz. Üstelik ailemizin değer yargıları dışında bir referans sistemimiz de henüz oluşmamış olduğu için buna kendimiz de inanırız. O zaman hayatımızın geri kalanı, daha çocukluktan başlayan bu ‘suçumuzu’ cezalandırmaya çalışmakla geçebilir.

Bir kere daha düşünürsek, bunun da aslında toplumsal cinsiyetten sandığımız kadar bağımsız olmadığını görebiliriz. Erkekler her zaman orta ve uzun vadede bu özyıkımcı şiddeti dışarıya, öteki’ye yönlendirme şansına sahiptirler. Bu ‘öteki’ de kadınlar, çocuklar ve hayatlarını ‘normal’in dışında yaşayan (bunu bilerek seçen, ya da zaten başka türlü yaşayamayan) kişilerdir. Çoğu erkek kendine yönelik bu şiddetin acısını her gün bu ‘öteki’lerden çıkarır, kendi muhayyel ‘suçunu’ dışarıya yansıtır, hiç durmadan intikam alır. Bunu yapabilir, çünkü arkasında onu destekleyecek, haklı çıkaracak, en azından bahaneler sunacak devasa bir baba-egemen düzen vardır. Kadınlarsa bu ‘avantaja’ sahip olmadıklarından, uzun vadede de bu özyıkımcılık cenderesine yakalanır kalırlar; böylece de onları fiziksel ve duygusal olarak gerçekten yıkmak için hazır bekleyen eril şiddetin eline fırsat üstüne fırsat, bahane üstüne bahane geçmiş olur. Ancak bu, o şiddeti haklı çıkarmaz, tersine daha da alçakça, daha de korkunç hale getirir. Kadınların daha çocukluktan başlayarak kendilerini suçlu hissetmek zorunda bırakıldıkları yetmiyormuş gibi, bu ‘suç’ hayatlarının tümüne yayılır, çevrelerindeki, en yakınlarındaki erkekler tarafından tekrarlana tekrarlana bir yaşam tarzına, bir tür kadere dönüşür çıkar.

Ancak benim tartışmak istediğim esas konu bu da değil. Sözünü ettiğim tweetteki, odanın ortasında duran filin ta kendisi: Kadınlar (bazen erkekler de, ama büyük çoğunlukla kadınlar), kendilerine zarar verecek, aşağılayacak, dövecek, öldürecek erkeklere doğru salaklıklarından, saflıklarından ya da kendilerine zarar verme arzularından koşmuyorlar. Daha doğrusu, onlar bir şeye, birine doğru koşmuyorlar zaten; bir şeyden kaçıyorlar. Kaçtıkları şey ise o tweette ‘dönmeyeceğim’ denilen kurum, yani ‘aile’. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Mart 2020 Raporu’nda şunu görüyoruz: ‘Mart ayında öldürülen 29 kadının 4’ünün kim tarafından öldürüldüğü tespit edilememiştir. 9’u evli oldukları erkek, 5’i birlikte oldukları erkek, 4’ü tanıdık/akraba, 2’si eskiden evli olduğu erkek, 2’si oğlu, 1’i babası, 1’i eskiden birlikte olduğu erkek, 1’i de kardeşi  tarafından öldürülmüştür.’ Yani kısacası, faili belli 25 cinayetin 17’si koca/eski koca/partner/eski partner tarafından, 8’i, yani neredeyse üçte biri ise ‘aile’ tarafından işlenmiş. Yani kadınlara karşı suçlar yalnızca kocalar, partnerler ve sevgililer tarafından işlenmiyor, ‘aile’ kurumu da en önemli suç ortaklarından biri.

Ancak ‘aile’ esas olarak ‘öldürdüğü’ için kaçılan bir şey değil, o, işin ifrada varmış kısmı: Tersine öldürmek yerine bastırdığı, ezdiği, sürekli, sonu gelmeyecek gibi görünen bir fiziksel, duygusal ve psikolojik şiddet uyguladığı için kaçmaya çalışıyor kadınlar oradan. Baba ve ağabey yasaklarından, hakaretinden ve dayağından, baba/amca/dede tacizinden ve bazen tecavüzünden, belki de bunlar kadar beter olan anne sessizliğinden ve suç ortaklığından o kadar yılıyorlar ki kadınlar, bu ‘şefkat ve huzur’ kurumundan kurtulmanın hayaliyle yaşar oluyorlar. Çoğu kadın buradan ‘kurtulmak’ için, fazlaca kılı kırk yarmadan, biraz insana benzeyen, ele geçirme/fetih aşamasındaki her erkek gibi ‘anlayışlı/aşık/sevecen’ görünen (ama bunu biraz becerikli bir şekilde yapan, tercihan çizdiği görüntüye kendisi de inanan) ilk adaya doğru hızla uzaklaşıyor. Tabii ki o ‘anlayışlı/aşık/sevecen’ görüntü, fetih harekatı tamamlanınca hızla (ya da yavaşça, kişiye göre değişir) sona eriyor, kadınlar da yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarını, ya da daha acımasız olan İngilizce versiyonunu çevirirsek, ‘Tavadan kaçıp ateşe düştüklerini’ fark ediyorlar sonunda. Bu aşamada siz ne kadar ‘Kadınlar, birlikte olacağınız erkeği doğru seçin!’ tavsiyesi verirseniz verin, iş işten geçmiş oluyor zaten.

O yüzden iyisi mi, biz erkekler bu tavsiyeleri bir yana bırakalım. Şiddete uğrayan, öldürülen kadınlar salak değil, gönüllü de değil, şiddetten, ölüm riski altında yaşamaktan sapıkça bir zevk de almıyorlar. Onları baba evinin fiziksel/duygusal/psikolojik şiddeti ile koca evinin fiziksel/duygusal/psikolojik şiddeti arasında, kırk katır ile kırk satır arasında çaresiz kılan, bu ikisinden başka gidecek yer, varolacak alan bırakmayan baba-egemen düzenin elinden kurtulmanın kendilerince bir yolunu ararken berhava olup gidiyorlar.

Eğer ‘abilik etmeye’ çok hevesimiz varsa, bu çıkışsız düzenin neresinden kırılacağını, nasıl bozulacağını, kadınlara kendi başlarına, baba ya da koca kanadı altına girmeden varolabilecekleri hayat alanlarının nasıl açılabileceğini düşünerek başlayalım işe. O alanları biz açmayacağız, yollarından çekilsek, araziyi ‘fuzuli işgal’ etmesek yeter. Ve bunu yaparken de nalıncı keseri gibi kendimizden yana yontmayalım, önce hangi ayrıcalıklarımızdan nasıl vazgeçebileceğimizi hesaplayalım (‘Hepsinden!’ demeyelim aceleyle, yalan olur). İlk olarak da o ‘Öğüt verme, farklı erkek olma, öteki erkeklere benzememe ayrıcalığımızı’ bir yana bırakmakla başlayalım; böylece en azından samimi olabileceğimize dair bir ipucu vermiş oluruz kadınlara.

Gender Life Politics

Bu yazı 2008’de Çokbilmiş Özne içinde yayınlanmış olan 'Madunların Küstahlığı' yazısının içinden alınmış ve küçük değişikliklerle ‘madun’ ve ‘lümpen’ kavramları arasındaki tekinsiz ve tehlikeli ilişkileri tartışmayı hedefleyen bağımsız bir denemeye dönüştürülmüştür. Bu paylaşımı yapmak için beni kışkırtan, Metin Solmaz’ın Duvar’da yayınlanan ‘Nedir Lümpen? Lümpen Emektir’ başlıklı yazısı oldu. Yanlış anlaşılmasın, maksadım eleştirmek ya da karşı çıkmak değil, destek olmak; nitekim Solmaz’ın yazısının bütünündeki halet-i ruhiyeye neredeyse tümüyle katılıyorum. Maksat tartışmayı genişletmek ve dolaylı yoldan da olsa, son zamanlarda hepimizin gündemini bir şekilde işgal eden ‘popülizm’ tartışmasına bağlamak.

Zaman zaman içine belirli bir olumlama dozu da katarak ‘aç sınıfın laneti’ dediğimiz şey, yani madun kesimlerin öfkeli, yıkıcı davranışları, devrimci, dönüştürücü olmaktan ziyade intikamcıdır. Kuşkusuz bu noktada sözünü ettiğimiz kesim daha belirli ve sınırlı bir madun tabakası, geniş anlamda ‘halk’ diyebileceğimiz çoğunluğun içinden ve ona sığınarak konuşan, ama sesi çok çıkan ve kolayca görünür olan kesim; henüz proleter olamamış / asla proleter olmayacak, ancak gene de yoksul, eğitimsiz, iktidarsız olan kesim, yani kısacası, 19. yüzyılda lümpenproletarya olarak tanımlanan sınıf.

Kişisel olarak deneyimlediğim bir örnek bu sınıfın davranış biçimi hakkında daha iyi fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir: İstanbul orta sınıfının ve aydın çevresinin şehri terkettiği yaz aylarına denk düşen bayram günlerinde, şehir merkezi, özellikle de Beyoğlu, ‘varoşlardan’ gelen gençler tarafından neredeyse istila edilir. Bu bölgenin müdavimleri tatildedir, onların yerini ise ‘madunlar’ almıştır. Bu ‘madunlar’ genellikle 15-25 yaşları arasındadır ve neredeyse hepsi de erkektir. Topluca yürürler, etraflarına ürkek ve düşmanca bir tavırla bakarlar ve her fırsatta sözlü ya da fiili cinsel tacizde bulunmaya eğilimlidirler. Böyle bir günde Beyoğlu’nda yürürken, 15-20 kişilik bir ‘madun delikanlı’ grubuyla karşılaştım. Birbirlerine sokulmuş, blok halinde yürüyorlardı ve ortada görünür bir neden olmamasına rağmen son derece öfkeliydiler. Yürüyüşlerinin bir noktasında topluca slogan atmaya başladılar. Attıkları slogan şuydu: ‘Sikilmiş sosyete!’ Şimdi, bu öfkenin haklı nedenleri olduğu, o sloganın anlaşılabilir olduğu söylenebilir. Bu delikanlı grubuna sınırlı bir sempati bile duyulabilir. Ancak tarif ettiğim durumdaki çok temel ve çok vahim bir yanlış görüldüğünde, bu madun davranışının gerisinde yatan tekinsiz ve dehşet verici sır da çözülebilir hale gelir: Bu sloganın atıldığı gece, Beyoğlu’nda sosyete filan yoktu. Orada olanlar alt-orta sınıftan insanlar, uzun saçlı rock’çu gençler, tatile gitmemiş/gidememiş bohem entelektüeller ya da tıpkı o gençler gibi bu ‘eğlence mekânını’ merak edip gelmiş alt- ya da orta-orta sınıftan genç kızlar ve delikanlılardı. Ancak bizim madun varoş delikanlılarının gözünde bunların tümü (ki bu ‘bunlar’a ben de dahildim), ‘sosyete’ idi. Oysa ‘sosyete’ o sırada güneyde bir yerlerde, gece kulüplerinde ve diskolarda eğleniyordu. En seçkinleri zaten yurt dışındaydı. İstanbul’da kalanlar ya o gençlerin kapısının önünden bile geçemeyeceği eğlence yerlerinde, ya da yüksek güvenlikli, korumalı ve güvenlik kameralı sitelerindeydiler. ‘Sikilmiş sosyete!’ sözlü tacizine maruz kalan bizler ise sosyete filan değildik.

Eğer bu hedef kaymasının nedeninin masum bir yanlış değerlendirme, kendisinden olmayan herkesi düşman sayma, ya da öfkesini elinin ulaşabileceğinden çıkarma gibi ‘anlaşılabilir’ bir şey olduğuna inansaydım, sorun olmazdı. Ama o madun gençlerin önemli fantazilerinden birinin gerçek sosyetenin eğlence yerlerinde ya da yüksek güvenlikli sitelerinde güvenlik görevlisi ya da fedai olmak ve o gece ‘sosyete’ dedikleri orta sınıf üyelerini çoğunlukla maksadını aşan bir şiddetle bu yerlerin kapısının önünden bile geçirmemek olduğunu düşündüğümüzde, ‘aç sınıfın laneti’ mitinin büyüsü de bozulur. Madunların id-kötülüğü[i] hemen hemen her zaman en ayrıcalıklı sınıfların uzun vadeli amaçları için istihdam edilebilir ve hemen hemen her zaman ortadaki sınıf ve tabakalara, uzun vadede de bu toplumsal yapıyı değiştirmeyi hedefleyenlere yönelir.

Çünkü ‘madunlar’, yani sınıfsal olarak değil de yalnızca yoksullukları/yoksunlukları ile tanımlanan kesimler, ve esas olarak da bunların içindeki, en çok bağırdığı ve göründüğü için diğerlerini temsil ediyormuş gibi görünen azınlık, yani lümpenler, bu toplumsal yapının değişmesini değil, sürmesini isterler. Daha doğrusu bu toplumsal yapının sürmediği bir durumu hayal edemezler. Çünkü yalnızca bu hakimiyet ilişkisi ile/içinde tanımlanmışlardır, dolayısıyla bu hakimiyet ilişkisinin ilga olduğu bir durum, onların işgal ettiği konumu da ortadan kaldıracak, onları bir anlamda yok edecektir. Madun konumunda olmanın öfkesi, o çok güçlü ve tehlikeli toplumsal potansiyel, içinde madun oldukları yapıyı değiştirmeye değil de, intikam almaya yöneldiğinde ise, aynı hakimiyet ilişkisini yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz: Yenilseler de, geçici zaferler de elde etseler, birilerinin ötekilere sistemli ve tutarlı olarak kötülük edebildiği, onları ezebildiği, aşağılayabildiği ve sömürebildiği bir toplumsal yapının savunucusu olurlar ister istemez. Çünkü bu toplumsal yapı bir değişse, intikam şansları da ellerinden alınacaktır.

Kapitalizm onları ideolojik olarak en rahatça ve en ilksel yerden (id-kötülüğünden) yakalayabildiği için, en kolay yönlendirilebilen/kullanılabilen kesim de onlardır. Nitekim, Marx ve Engels bu potansiyeli daha 1848’de, Manifesto’da görüp gerekli uyarıyı yaparlar:

‘Tehlikeli sınıf’ [lumpenproletariat], toplumun süprüntüleri, eski toplumun en alt katmanlarından atılmış olan ve pasif bir biçimde çürüyen kitle, şurada burada proleter devrimi tarafından harekete geçirilebilir; ancak hayat şartları onu daha ziyade gerici entrikaların rüşvetle satın alınabilen aracı haline getirmeye eğilimlidir.[ii]

Yani kısacası, ‘en fazla sömürülen, en mağdur olan, en devrimci olacaktır,’ denklemi temelinden yanlıştır. Devrimciliğin, ya da dönüştürme iradesinin, sömürülmekle, zulmedilmekle, aşağılanmakla, yok sayılmakla hiçbir kategorik nedensel ilişkisi yoktur. Bütün bunlar sizi öfkeli, kindar, intikamcı ya da isyancı yapabilir, ama devrimci yapamaz. Kuşkusuz kendine ‘devrimci önderlik’ vehmeden birileri, bu öfkeyi, kini ve isyancı, patlayıcı potansiyeli madunların iradelerinin dışında ve üstünde yönlendirebilecekleri, bunları devrimci bir mecraya akıtabilecekleri hayalini kurabilir. Ancak sular durulduğunda yönlendirilenlerin, kullanılanların kendileri olduğunu göreceklerdir. 1792–96 arasında Jakobenler ‘kara kalabalığın’ öfkeli, isyancı potansiyelini devrimi kalıcılaştırmak için kullandıklarına inanıyorlardı; oysa kendileri o kalabalığın kininin oyuncağı oldular, sırf o doymak bilmeyen, nesnesi belirsiz, intikamcı arzuyu tatmin etmek için sonu gelmeyen idam kararları verdiler, sonunda kendileri de bir bir ortadan kalkarak meydanı o kara kalabalığın gerçek temsilcisine, Napoleon Bonaparte’a bıraktılar. Tekrar söylemek gerekirse, Jakobenizmin sorunu (yalnızca) ahlaki açıdan düşük olması değil, başarısızlığa mahkûm olmasıdır (da).

Madunların denetimsiz ve nedenini kendilerinin de anlamadıkları öfkeleri, onları (zaman zaman kullanan için de tehlikeli olabilecek) dolu bir silaha dönüştürür. Bu ‘madunların’ erkek egemenliğiyle hiçbir sorunları yoktur, sadece arada bir televizyonda gördükleri manken kadınların niye kendilerine de kısmet olmadığını anlayamazlar; o yüzden de kendilerini tecavüz konusunda hak sahibi ve yetkili görürler. Araba isterler, alamadıklarında orta halli memurun yol kenarına park ettiği orta halli arabasını büyük bir keyifle çizerler, ama seçkin eğlence yerlerinde park görevlisi olup çok daha lüks arabaları iki dakikalığına (park ederken) kullanma hakkı karşılığında canlarıyla korumaya gönüllüdürler. Adaletsizliğe bir itirazları yoktur; sadece adaletsizliği yapanların kendileri olmasını isterler. Para denilen büyülü gücü sorgulamazlar; sadece kendilerinde olmamasına tahammülleri yoktur, o yüzden çalarlar. Bohem görünüşlü insanları, uzun saçlı, küpeli ve dövmeli orta-sınıf delikanlılarını ve mini etekli orta-sınıf kızlarını sözle ve fiilen taciz etmeyi çok severler, ama bodyguard olup, çok daha abartılı bir ‘öteki-bedene/öteki-surete’ sahip insanların eğlendiği lüks gece kulüplerinin kapısında, onları korumayı da görev bilirler. Çete kurup kendilerinden farklı insanlara, ‘ötekilere’ saldırdıklarında ise, bu çeteler genellikle devlet ya da ‘derin devlet’ tarafından yönlendirilebilir, hatta eşgüdüm altına alınabilir (Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi). Ancak öte yandan bu öfkeleriyle ‘solcu’ ya da ‘devrimci’ bir yapının içine sızdıklarında da ortaya çıkan şey, o bulaşıcı id-kötülüğünün bu ‘solcu’ ya da ‘devrimci’ yapıları hızla çürütmesi olur. Şiddet kendisi için bir amaç haline gelir, kısa bir sürede egemenleri değil diğer ‘solcu’ ve ‘devrimcileri’ hedef almaya başlar ve çeşitli intihar eylemleriyle son bulur. İd-kötülüğünün en büyük sorunu, sonunda kendisinin taşıyıcısı olan benliği de imha etmek zorunda olmasıdır; bu da bizi fazla rahatlatmamalı, çünkü bu imha sırasında, tıpkı bir canlı bomba gibi, yakınındaki her şeyi de berhava edecektir.

Türkçede genellikle kullandığımız hakaret anlamındaki küstahlığın değil de, arrogance anlamındaki, yani kendisinden fazlasıyla emin olmanın getirdiği kibir ve kabalık anlamındaki küstahlığın, ‘muktedir olma’ kavramıyla yakın bir ilişkisi var. İngilizcedeki ‘I can’ (‘yapabilirim/muktedirim’) ifadesi, küstahlık söyleminin merkezini oluşturuyor. Türkçede ise işin sırrını çözmek çok daha kolay, çünkü ‘muktedir’, ‘iktidar’dan türeme bir kelime zaten. Küstahlık iktidarın dolaysız bir sonucu. Ya da, daha doğru bir deyişle, iktidar kendisine sahip olanı, muktedir olanı, ‘yapabilir’ olanı küstahlaştırıyor. Demek ki herhangi bir hakimiyet ilişkisinde, hakim olan aynı zamanda da küstah olmak durumunda. İktidar ona kendinden emin olma, kendinden fazlasıyla emin olma hakkını veriyor. Eğer doğrusunu bildiğinizden fazlasıyla eminseniz, hatalı, cahil, kötü niyetli, hain olduğundan emin olduğunuz kişilerin yakınma ve sızlanmalarını dinleyerek fazla vakit kaybedemezsiniz. Onları kibarca, ama kibarlık sökmüyorsa, kabaca, o da sökmüyorsa zor kullanarak, dayak, hapis, idam sehpası tehdidiyle susturmanız gerekir. Bunun için muhtaç olduğunuz iktidar, zaten kendinizden bu denli emin olmanızı sağlayan şeydir.

Görüldüğü gibi kendinden eminlik ve iktidar tam bir kapalı döngü oluşturuyor. Kuşkusuz sözünü ettiğim yalnızca politik iktidar değil: Akademik iktidar, üretim birimleri içindeki iktidar, aile içi iktidar, sokaktaki kaba kuvvete dayalı iktidar, hatta arkadaşlar arasındaki ağzı iyi laf yapmaya ve karizmaya dayalı iktidar, hepsi aynı kapıya çıkar: Muktedirseniz, fazla itiraza tahammülünüz olmayacaktır. Sokak kavgasındaki, köşe yazarları ya da politik liderler arasındaki, veya aile içindeki (kocanın karısına ya da ebeveynin çocuğa söylediği) ‘Çok konuşma!’ horozlanması ile, başbakanın vatandaşa söylediği ‘Ananı da al git!’in, ya da muhalefete söylediği ‘Onlar çelik çomak oynasınlar’ın arasında yapısal bir fark yoktur. Biri kol kuvvetine, diğeri ‘derin devlet’ ilişkilerine, öteki anne-baba olmanın gücüne, sonuncusu ise açıkça devlete sahip olmanın gücüne dayanarak tahammülsüz, kibirli bir kabalık gösterisinde bulunmaktadır. Hepsi de karşı taraftan, muktedir olmayandan, madundan gelecek yakınma ve sızlanmaların hiçbir hükmünün olmayacağını çok iyi bildikleri için, yapıları gereği küstahtırlar.

Muktedirlerin, iktidar sahiplerinin, egemenlerin küstahlığını sergilemek için fazla örnek aramaya bile gerek yok. Gündelik hayatımızın her anı bu küstahlıkla örülü zaten. Ancak buradaki tartışma egemenlerin küstahlığı/madunların tevazu dolu zarafeti ikiliği üzerine kurulu değil. Egemenlerin küstahlığı aralıksız bir biçimde kendi karşıtı olan madun küstahlığını üretir. Madun küstahlığı egemen küstahlığına karşı dolaysız bir tepki ve onun doğrudan karşıtı olarak ortaya çıktığı için, onun unsurlarıyla ve onun parametreleri içinde oluşmuştur ve egemenlik ilişkisinin ilgasını değil, yalnızca egemenlik ilişkisindeki konumların değişmesini talep eder. Madunun egemene özenmesini temsil eder. Kuşkusuz bu özenme (birkaç istisna dışında) asla hedefine ulaşamayacağı için derhal hasete ve oradan da şiddetli bir kine dönüşecektir. Sonunda varılan bu kin, dışarıdan bakanlar için haklı bir sınıfsal öfke ve değişim dinamiği (‘aç sınıfın laneti’) olarak algılanabilir ki, bu yanlış-tanıma tam da sahici sınıfsal öfkeyi ve değişim dinamiklerini gözden gizleyeceği için son derece tehlikelidir.

Madun küstahlığı, yani egemene öykünerek onun düşünce davranış biçimlerini ödünç almak ve bunu hem abartılı hem de ‘tam uymamış’ bir biçimde geri yansıtmak, zaman zaman acıklı, ama zaman zaman da tehlikeli sonuçlar doğurur. Mahallenin kabadayı ve bileği güçlü delikanlısının zorbalığı tanınabilir ve bununla mücadele edilebilir; ancak daha tehlikeli olan aynı mahalledeki çelimsiz, kavruk oğlanın durmadan dayak yese bile vazgeçmediği peşinizden dolaşarak bir yandan ağlayıp sümüğünü çekme bir yandan da galiz küfürler savurma tavrıdır. İlki açık bir düşman olarak tanınabileceği için tedbir almak, meydan okumak ve en sonunda dayanışma yoluyla alt etmek mümkündür; ikincisi ise sonunda mutlaka sizi arkadan vuracağı için karşısında durmak daha güçtür. Hrant Dink’in katledilmesinde karşımıza çıkan tabii ki bu ikinci tür küstahlıktır: Küstah madun küstah egemene kızar, ondan için için nefret eder, fakat onunla doğrudan karşılaşmaya cesareti olmadığı (ya da böyle bir karşılaşmanın koşulları oluşmadığı) için şuursuz bir yer değiştirme mekanizması ile başka bir hedefe yönelir. Egemenin dilini ve ideolojisini ondan daha abartılı bir biçimde benimseyerek onun düşman olarak işaret ettiği hedefin ‘kafasına sıkar’; arkadan, kalleşçe. Egemenin saldırı biçimi ise zapt-ü rapt altına alınmış bir adalet sistemi ve kolluk kuvvetleridir: Mahkemede kendinizi savunabilirsiniz, ya da yerel veya ulusaşırı bir dayanışma içinde bu yapının değiştirilmesi, ortadan kaldırılması için mücadele edebilirsiniz; örgütlenebilirsiniz. Arkadan ‘kafaya sıkan’ küstah maduna karşı ise savunma, dayanışma şansınız çok daha azdır. Ancak her şey olup bittikten sonra, meydanlarda ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!’ diye haykırabilirsiniz ki bu da katilin (zaten hayattan umabileceği en iyi şey olan) hapishanede bir kahraman ve dışarıda da diğer küstah madun adayları için bir rol modeli olmasını engellemez.[iii] Demek ki madun, kendisini madun kılan egemenlik ilişkisinin parametreleri içinde kaldığı sürece ezik madun/küstah madun ikiliğinin dışına çıkamayacaktır. Bu durumu kalıcılaştırıp içinden çıkılmaz bir hale getiren şey ise, tüm madunları temsil ediyormuş rolünü oynamaktan asla vazgeçmeyen lümpenleri gerçekten de bu temsilcilik konumunda görmektir. Oysa böyle bir temsil ilişkisi bir hayalden ibarettir. Lümpenler hakim sınıfların paralı askerleri olmadıkları sürece, kendilerinden başka hiç kimseyi temsil etmezler; oldukları zaman ise başımıza neler geldiğini ve gelebileceğini tarife gerek bile yok.

[i] Žižek’in sık sık sözünü ettiği ‘id-kötülüğü’, kişisel çıkar arayışından (ego) ya da ‘yüce bir amaçtan’ (süperego) kaynaklananların dışında kalan, salt dürtüsel bir saikle yönelinen kötülüktür. Hepimizde varolan, ancak süperego denetimiyle frenlenebilen, ama toplumsal kutuplaşmanın arttığı, adalet sisteminin çürüdüğü, hakim sınıfların iktidarda kalabilmek için kalabalıklardaki bu eğilimi yaşatmak desteklemek ve arttırmak zorunda olduğu dönemlerde iyice görünür hale gelen şeydir id-kötülüğü.

[ii] Marx ve Engels, Komünist Manifesto, 1848.

[iii] Nitekim Hrant Dink’in katlinin habercisi, bir yıl önce ‘kazayla’, yanlış hesap sonucu serbest bırakılıp sonra yeniden içeri alınan Mehmet Ali Ağca’nın özgürlük günlerinde yaşanan bir olaydır. O günlerde oynanan bir Malatyaspor maçında tribünlerdeki yüzlerce genç küstah madun adayı, ‘Malatya’da doğdu / Papa’yı da vurdu / Helal olsun sana / Mehmet Ali Ağca’ diye bağırmışlardı. Rol modeli Ağca olduğu sürece, bu tür katillere vereceğiniz (idam dahil) her ceza aslında bir ödüle dönüşecektir

Life Politics


This is the second (and considerably edited) version of my 2007 essay of the same name. Time passes, I get old, so does my writing. The part about the ambiguous attitude towards covering (‘türban’) was completely outdated and ‘Duh!’ in 2020 (although my attitude is the same), so it was replaced by a both more universal and more contemporary discussion on death penalty. Also the ending, which was not only ‘ambiguous’ but also a bit confused and evasive, is a little more (I hope) to the point this time. The rest is almost the same, although here and there there are some stylistic interventions. I owe a great deal (for all the updates) to Ezgi (Keskinsoy), who cannot help herself to comment on the content whenever she has the chance. Thank you Ezgi!


Between the deliberate falsehood and the disinterested inaccuracy it is very hard to distinguish sometimes… To deceive deliberately – that is one thing. But to be so sure of your facts, of your ideas and their essential truth that the details do not matter – that, my friend is a special characteristic of particularly honest persons… She looks down and sees Jane Wilkinson in the hall. No doubt enters her head that it is Jane Wilkinson. She knows it is. She says she saw her face distinctly because – being so sure of her facts – exact details do not matter! It is pointed out to her that she could not have seen her face. Is that so? Well, what does it matter if she saw her face or not – it was Jane Wilkinson… She knows. And so she answers questions in the light of her knowledge, not by reason of remembered facts. The positive witness should always be treated with suspicion, my friend. The uncertain witness who doesn’t remember, isn’t sure, will think a minute – ah! yes, that’s how it was – is infinitely more to be depended upon!

Hercule Poirot in Lord Edgware Dies by Agatha Christie, 1933.

The more precisely the position is determined, the less precisely the momentum is known in this instant, and vice versa.

Werner Heisenberg, Uncertainty Paper, 1927.

In 1933, Hercule Poirot, the fictional sleuth of Agatha Christie who solves every puzzle using his ‘little grey cells’, demonstrates the futility of ‘positive knowledge’, how it goads its (supposed) possessor into ignoring the details, and since facts not yet framed in a semantic context always assume the character of details, into ignoring the facts, hence bending, distorting, recreating and misrepresenting them in order to conform to a pre-existing, a priori ‘knowledge’. Werner Heisenberg, however, precisely six years before Poirot, demonstrates the impossibility of such knowledge, basing his argument (as a proper scientist always should) not on the undesirable consequences of presumed positive knowledge, but rather on its premises: ‘But what is wrong in the sharp formulation of the law of causality, ‘When we know the present precisely, we can predict the future,’ is not the conclusion but the assumption. Even in principle we cannot know the present in all detail.’ (Heisenberg 1983) What Heisenberg suggests actually coincides with Poirot’s argument: The further we go into detail in our investigation of physical phenomena, the less precise we get. The problem arises when we do not acknowledge this fact and believe our knowledge (of larger, more general physical phenomena) to be absolute, applicable to everything in existence, from the movement of galaxies to the movement of photons and electrons. Therefore, the more we believe our presumed knowledge to be certain, the more likely we are to ignore the minute details (the momentum and/or the position of an electron, for instance) which do not conform to this knowledge. To be sure, the 1926 discussion between Heisenberg and Einstein makes a specification as to the nature of this ‘knowledge’: While Heisenberg tries to specify observable/knowable phenomena with regard to measurability, Einstein challenges him to suggest that observability is directly connected with conformity to a certain theory:

Heisenberg: ‘One cannot observe the electron orbits inside the atom. […]but since it is reasonable to consider only those quantities in a theory that can be measured, it seemed natural to me to introduce them only as entities, as representatives of electron orbits, so to speak.’
Einstein: ‘But you don’t seriously believe that only observable quantities should be considered in a physical theory?’
‘I thought this was the very idea that your Relativity Theory is based on?’ Heisenberg asked in surprise.
‘Perhaps I used this kind of reasoning,’ replied Einstein, ‘but it is nonsense nevertheless. […] In reality the opposite is true: only the theory decides what can be observed.’ (Heisenberg  1969)

Isn’t this exactly what Poirot was criticizing? To bend observable facts in order for them to conform to a pre-conceived knowledge, of a certainty? It seems to be so, unless we take into account a (seemingly) slight shift in terminology: While Poirot is talking about knowledge (even positive knowledge) Einstein is referring to theory, that is, theoria, that is, a gaze, an outlook, an Anschauung. Theory, in the most basic sense of the term, is the way you look at things, and therefore, it goes without saying that it ‘decides what can be observed.’

Knowledge, on the other hand, is something arrived at, and once you arrive there, there is no room for uncertainties: So if details (facts) tend to create unwanted uncertainties, it goes without saying that you should ignore or distort them. Theory is based on uncertainties; the gaze shifts, wanders, wonders, takes in new data, changes, mutates: it represents the uneasy equilibrium of a priori and a posteriori. Positive knowledge, on the other hand, once established, becomes fixed; it doesn’t look anymore, it tells facts what they ought to be: it represents the hegemony of a priori over a posteriori. In short, once the theoretical act coagulates into knowledge, which will become, in the blink of an eye, preconceived knowledge, and loses its self-reflexivity, it becomes a peril, rather than an asset, for further knowledge.

In this sense, positive knowledge, that is, knowledge unquestionably certain of itself, has the possibility of becoming the bedrock of what we today call Fundamentalism, once the gaze is fixed. But wait, Poirot’s uncertain witness will say, isn’t the same positive knowledge also the basis of the Enlightenment, what we know today as the diametrical opposite of Fundamentalism? Nonsense, the positive witness will answer, the same thing cannot be the basis of two diametrically opposite entities, can it now? The uncertain witness remains ambiguous and demands (or requests, depending on their predilection) a further examination of the concepts of ‘Fundamentalism’ and ‘Enlightenment’, with which I will try to comply.

Life Philosophy Politics

Photo by Anton Repponen on Unsplash – Manipulated by Ezgi Keskinsoy

Ekonominin durdurulamaz çöküşüne, Trump’ın ‘posta koymasına’, TL’nin havada oklanmış bir kuş gibi helezonlar çizerek düşüşüne karşı, sosyal medyada yeni moda tartışma: Hepimiz aynı gemide miyiz? Bu kötü gidişata karşı, aramızdaki farkları, geçmiş husumetleri, anlaşmazlıkları (geçici bir süre için de olsa) rafa kaldırıp önce ‘memleketi kurtarmaya’ mı odaklanacağız, yoksa ‘Krizi kimler yarattıysa onlar halletsin,’ diye bir kenara çekilip sonucu mu bekleyeceğiz? Birileri, yapılan hiçbir uyarıya kulak asmadan, hatta uyarıları yapanları aptallıkla, kötü niyetle, giderek vatan hainliğiyle suçlayarak bildiğini okuyup, bu berbat ve çıkışsız gibi görünen krize sebep olduktan sona, ‘elbirliğiyle’ bir çıkış mümkün müdür? Gemi metaforu burada devreye giriyor: Eğer içinde bulunduğumuz gemi alabora olma, hatta batma noktasına gelmişse, o noktaya hangi yanlış kararlar alınarak gelindiğine, o yanlış kararları kimlerin aldığına bakmadan önce, gemiyi batmaktan kurtarmak gerekir kuşkusuz.

Foti Benlisoy bir tweetinde, gene aynı metafor üzerine bir çeşitleme yaparak, ‘Gemi’yi Afrika’dan Amerika’ya köle taşıyan gemilere benzetiyordu. Güvertede ve kaptan köşkünde köle tüccarları ve onların adamları, ambarda ise zincirli köleler. Bu durumda bile ‘Hepimiz aynı gemideyiz!’ denebilir mi hala? Maalesef denebilir. Eğer okyanusun ortasında, tanımadık bir ada kıyılarında dibini kayalara vurup deldirmişse gemi, kölelerin de zincirleri çözülecek, ellerine aletleri alıp deliği onarmaya girişecekler. Çünkü okyanus, köle ile köle tüccarını ayırmaz. Ama, delik onarıldıktan sonra, zinciri çözülmüş ellerine geçen aletlerle ne yapacakları ise kölelere kalmış! Buradan da görülebilir ki, köle tüccarları kölelerin zincirlerini çözüp ellerine alet vermektense, efendi gibi boğulmayı tercih edebilirler pekala. Veya, daha da iyisi, filikalarına atlayıp gemiyi terk ederler ve ambara zincirli köleleri kaderleriyle baş başa bırakırlar. Çünkü öteki durumda ölümleri, muhtemelen boğulmaktan daha uzun sürecek ve daha sancılı olacaktır.

Uzun lafın kısası, biz bu ‘Gemi’ metaforunda ısrarcı olursak, sonunda hep bir ‘gemi halkı işbirliği’ sonucu çıkacak bir yerlerden. Bize söylenen, hatta dayatılan şey şu: Önce işbirliği yapıp ‘ortak akılla’ davranalım, yani onların bizi bu hale getirmiş olan ‘akıl’larına tabi olmayı kabullenelim (bize akıl soran yok ne de olsa), sonrasına bakarız.

Bu durumda söylenecek tek şey var: Gemi yok!

Matrix filminin meşhur ‘Kaşık yok!’ sahnesini hatırlayalım: Neo, elindeki kaşığı ‘telepati yoluyla’ bükmeye çalışıp beceremezken, Kahin’in ona verdiği tavsiyedir ‘Kaşık yok!’ Kaşık gerçekten de yoktur, çünkü zaten hepsi (Neo da, Kahin de) kurgulanmış, muhayyel bir evrende yaşamaktadırlar. Bu hayali durumdan tek kurtuluş ise, ‘nesnel’ gibi görünen o evrendeki şeylerin asında ‘gerçek’ olmadıklarını, onların zihinleri için yaratılmış kurgular olduğunu kabullenmektir.

Korkmayın, ülkem yetkililerinin bütün gayretlerine rağmen, henüz ‘Nesnel gerçeklik filan yok, aslında hepimiz Matrix’te yaşıyoruz,’ diyecek kadar delirmedim. Sadece okuduğumuzda teorik olarak kabullendiğimiz, hatta son derce parlak ve akıllıca bulduğumuz metinlere hakkını verelim diyorum, o kadar.

Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’i böyle bir metin (Imagined Communities, 1983 — bu arada bu kitabı harika bir çeviriyle Türkçeye kazandıran İskender Savaşır’ı anmadan geçmek de olmaz: Metis 1993). Anderson bu kitapta ‘millet’ dediğimiz şeyin, kendisini önceleyen kabile, geniş aile, kavim, ümmet gibi topluluk biçimlerinin yerini aldığını, ancak onlar gibi uzun ve görece ‘doğal’ bir yoldan gelişerek değil, nevzuhur kapitalizmin pazar ihtiyacını karşılamak için hızla kurgulanarak ortaya çıktığını savunur. İnsan toplulukları kapitalizm varolmadan önce ‘milletler’ olarak bölünmüyorlardı. Kan bağı, dil, yaşam alanı, ortak inanç gibi parametrelere bağlı bir biçimde örgütleniyorlardı. Kapitalizm ise ‘millet’i icat etti: Belirli bir sermaye havzasının piyasa alanı, ortak dile, ortak ataya, ortak inanca, hatta ortak bir kültüre bile bağlı olmadan, ‘ulus-devlet’ olarak tasarlandı ve ortaya çıktı. Tabii ki bir arada durması için hiçbir doğal ya da tarihsel neden olmayan bu topluluklar bir harca ihtiyaç duyacaktı. Bu harç da 17. yüzyıl sonundan itibaren oluşmaya başlayan milliyetçilik(ler) oldu. Kavim mitolojileri alelacele ‘millileştirildi’, atalar bulundu, bulunamadığında icat edildi. Tarih tezleri ve dil teorileri üretildi. Yanlış anlaşılmasın, bunlar sadece Türkiye’de olmadı, tüm dünyada oldu, Amerika’da ve Avrupa’da başladı, kapitalizmle birlikte Şark’a ve Güney’e yayıldı. Ancak hepsini toplasanız dört yüzyıllık bir tarih bulabilirsiniz en fazla. Kısacası, ‘millet’, Allah vergisi, insanlığın fıtratında olan, tarih-ötesi bir şey değil; tıpkı milliyetçilik gibi insanlık tarihi açısından bakıldığında son derece yeni ve geçici bir oluşum. Asli değil sonradan olma, doğal değil yapay, gerçek değil hayali.

Bu yüzden, son haftalarda pek merak sardığımız ‘Gemi’ metaforu’ (ki ‘millet’i işaret ettiğinden kuşkumuz yoktur herhalde), aslında sanıldığı kadar sağlam, köklü ve sarsılmaz bir metafor değil. Tam tersine, aslında (tıpkı Matrix’teki kaşık gibi) hayali, kurgulanmış bir şey. Biz ona inandığımız sürece var. Dolayısıyla, esas soru, ‘Hepimiz aynı gemide miyiz?’ değil. Bu soruya verilecek cevaplar, o gemide aslında farklı sınıfların, farklı cinsiyetlerin ya da farklı etnik grupların varlığını vurgulayabilir; ama ‘ünite’yi (hem ‘birim’, hem de ‘birlik’ anlamında) bir kere ‘millet’ olarak tanımladığımızda, gemi battığında herkesin birden o gemi ile batacağını kabullenmiş oluruz. ‘Geminin dibini biz mi deldik?’ diye sorabiliriz, ama o deliği yamama işinden de kaçınamayız. ‘Kaptan bana mı sordu?’ diyebiliriz, ama bu bizi boğulmaktan kurtarmaz.

Oysa sorun krizin sorumlularıyla kurbanlarının aynı gemide olmasında değil, geminin olmamasında. ‘Gemi’ dediğimiz şeyin hayali, kurgulanmış bir nesne olmasında. O yüzden ‘Gemi yok!’ Bu, gemi (dedikleri şey) battığında bize bir şey olmayacak anlamına gelmiyor tabii. Ama bize olacaklar, her halükarda olacak; her gün oluyordu zaten. Bunu bir yana bırakıp hep birlikte bir ‘Gemi kurtarma’ operasyonuna girişirsek, başarabileceğimiz tek şey gemiyi o hale getiren kaptanı, kırbacı sallayan tayfa başını, kar-zarar hesapları yapan gemi sahiplerini ve köle tüccarlarını kurtarmak olur. Bir hayali yaşamakta ısrar etmektense başka bir dünyada selamete çıkmanın yolu, ‘gemi’ yerine daha anlamlı, daha faydalı ve geleceği (beklenti ve umutlarımızı) daha iyi kapsayacak bir metafor bulmaktan geçiyor.

Uncategorized

Geçtiğimiz Pazar gecesi, İskender’in artık olmadığını, konuşamayacağımızı, kavga edemeyeceğimizi, oyun oynayamayacağımızı bilerek yattım. Uzun süre uyuyamadım, uyuduğumsa ise parça parça, huzursuz. Sabaha karşı berbat bir rüyadan uyandım: Ezgi’yle (on dört yıldır birbirimize fiske bile vurmadığımız, sesimizi biraz yükseltsek günlerce vicdan azabı çektiğimiz sevgilim, karım) tekme yumruk birbirimize girmişiz. Ben bir yandan dövüşüyorum, bir yandan da bağıra bağıra Yeats’in ‘The Second Coming’ şiirini okuyorum:

Gitgide açılan bir helezonda döne döne
Duyamaz olmuş doğancıyı doğan;
Dağılıyor her şey, kaçıyor merkezin elinden;
Anarşi salınmış dünyanın yüzüne,
Yükseliyor kanla kararmış sular
Boğuluyor masumların ayini her yerde;
En iyilerin imanı tükenmiş gitmiş,
En kötülerse dopdolu şehvetli bir hevesle.
(W.B. Yeats, The Second Coming)

Uyandığımda aklımda tek bir şey vardı: Bu rüyayı İskender’e anlatmalıyım. Her rüyamı anlatmam İskender’e (aslında çoğunu anlatmam). İskender’e anlatılacak rüyanın içinde şiir olmalı, politik/felsefi hikayeler olmalı ki oturup “rüya yorumluyoruz” bahanesiyle uzun uzun konuşalım, şiir kitapları karıştıralım. Sonra da rüyanın son derece basit, doğrudan yorumuna varıp (ki ikimiz de başından beri biliyoruzdur bunu), konuyu kapatalım. Bu rüyada da aynı şey olurdu herhalde: Yeats’den başlar, kapitalizmin krizine uğrar, krizin aslında kapitalizmin değil uygarlığın krizi olduğu konusunda anlaşır, başka şiirlere bakar, o iki kişilik şiddet anının çağrışımlarını konuşur, sonra da susardık. Sonra İskender bana “Aslında bu rüyanın ne olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye sorardı. “Her rüyanın en açık arzusu, o rüyadan uyandığın anda ilk aklına gelen şeydir. Sen bu rüyayı anlatacak bir İskender olsun istiyorsun. Geçmiş olsun, yok artık.”

İskender’in yokluğunu kabul etmem zaman alacak. Hayatımda bu kadar anlaşamadığım tek dostum oldu (ve dostum kaldı). O yüzden o dostlukta bencilliğin, narsisizmin, onaylanma arzusunun neredeyse hiç payı olmadığını çok iyi biliyorum. Kimseyi kayırmazdı İskender, ben de dahil. Ben de buna razı olmayı öğrendim, zor da olsa.

Çarşamba günü, hala alışamamıştım yokluğuna. Salı günü cenazede olabilseydim, belki de cemaat ruhuna kapılır, kaybı kabullenebilirdim, ama emin değilim. Cenazelerdeki ve mitinglerdeki cemaat ruhuna kapılmayı pek beceremem, ciddi bir sakatlık bu, ama tedavi olamadım hala. O yüzden Çarşamba günü Ezgi’yle çıkıp Sainte Catherine kilisesine gittik, belki kendi ayinimizi yapabiliriz diye. İskender’in Hıristiyan ayinine de yabancı olmadığı (aslında hiçbir inancın ayinine yabancı olmadığı) hepimizin malumu. O yüzden birer mum yaktık İskender için. İsa’nın temsili bedeni önünde, duvarda şu yazı vardı:

Ben dirilişim ve hayatım.
Bana iman eden ölse de yaşayacak;
Kim ki yaşamıştır ve bana iman etmiştir, ölmeyecek asla.
(Yuhanna 11, 25-26)

Ölümsüzlüğü şarta-şurta bağlayan bu pasaj da pek yakın değil bana. Ama ne yapalım, Katolik Brüksel’de bulabildiğimiz en yakın ayin bu oldu. Bana kalsa, Taocu bir pasajı yeğlerdim İskender’in anısına:

Başkalarını tanımak zekadır,
kendini bilmek bilgelik.
Başkalarını yenmek kuvvet ister,
kendini yenmek büyüklük.
Servet, yetinmeyi bilmektir.

Ölene kadar yaşamak
yeterince yaşamaktır.
(Tao Te Ching, 33)

İskender’in kendisini tekrar tekrar nasıl yendiğini yıllar boyu imrenerek gözledim. Yetinmeyi bildiğinden hiçbirimizin kuşkusu yoktur herhalde. Biriktirdiği onca bilgiyi, anlamı bol keseden nasıl dağıttığına, dağıttıkça daha da biriktirdiğine tanık olduk hepimiz. “Öğreten kişi” olmadan nasıl öğrettiğini, öğrettiklerinden nasıl öğrendiğini gördük. O yüzden “yeterince yaşadığından” kuşku duymamalıyız. Bunu kabul edemiyorsak, bencilliğimizden (en azından benimki öyle), ondan mahrum kalmaya razı olamamamızdan. Onun bol keseden dağıttıkları yetmedi hiçbirimize; çünkü o dağıttıklarının geldiği yerde çok daha fazlasının olduğundan şüphemiz olmadı hiçbir zaman. Hepimiz biliyorduk onun “başardıklarının”, aslında yapabileceklerinin küçük bir küsuratı olduğunu. O, “büyük işler yapmadan yüceliğe ulaşan” nadir bilge ruhlardan biriydi. Gerçek değerini de ancak önümüzdeki yıllarda bileceğiz.

Shelley’in Keats için söylediklerini tekrarlamalı burada, her ne kadar İskender Keats gibi hayatının baharında çekip gitmediyse de:

Susun, susun! Ölmedi o, uyumuyor—
Hayat rüyasından uyandı sadece—
Asıl biziz fırtınalı kuruntularda kaybolmuş,
Beyhude bir kavgayı sürdüren hayaletlerle,
Ve çılgınca bir vecd halinde saplayıp duran
Ruhumuzun hançerini yaralanmaz hiçliklere.
(P.B. Shelley, Adonais)

Biliyorduk, en kırılganımızdı İskender. En aldırmaz, en kayıtsız, en kaygısız görünenimiz olsa da çok kırılgandı. Otuz seneyi geçti, benden Sting’in Kırılgan şarkısı üzerine bir şeyler yazmamı istemişti Defter için. Ben de ona öfkeli, saldırgan bir şey yazıp vermiştim, belki de o zamanlar Defter’e öfkeli olduğum için. Meğerse “Kırılgan” derken İskender’i kastediyormuşum bilmeden. Uzun uzun yazmak zor, kısa ve öz anlatacak kadar da sabırlı değilim. O yüzden kendi ayinimi gene Taocu bir deyişle bitireyim:

O yüzden bilge ruhlar bir olana sarılır
her şeyi onunla sınar.
Kendilerini göstermedikçe
parlarlar.
Kendilerini savunmaya çalışmadıkça
hakları teslim edilir.
Kendilerini övmedikçe
başarırlar.
Rekabet etmezlerse,
dünyada rakipsiz olurlar.

Eskiler
“kırıl ki bütün olasın,” dediklerinde
yanılıyorlar mıydı?
İşin aslı, bütün olmak
geri dönmektir.
(Tao Te Ching, 22)

İskender parladı, ışığını gören gördü, aydınlanmasa da en azından orada bir yol olduğunun farkına vardı; işte hakkını teslim ediyoruz hep beraber, yaptığı on bin işin hiçbirinde rakibinin olmadığını kabul ediyoruz. İskender kırılgandı, kırıldı, geri döndü. Evinde şimdi.

Uncategorized

Yes, there is a very significant current of populist nationalism (or nationalist populism—your choice) in the world, not only in the “East” where the despotic state has historic roots (see Modi, Putin, Erdoğan, not to mention Kim Jong-Un), but also in the “West”, which is (supposedly) relatively grown free of these roots (see Trump, Johnson/Farage, Wilders, Le Pen). Yes, those so-called “leaders” think, act, and sometimes look alike. It is, however, too easy (and often misleading) to think of them as “racist guys with weird hair”:

This approach, of course, tends to forget Marine Le Pen who is not a “guy” and has her hair usually under control, and also neglects to mention that for these new-fangled petty would-be dictators, the hair is the easiest aspect to get under control. As a matter of fact, Putin and Erdoğan have no “hair trouble” to speak of, although they are no better in the racism and authoritarianism departments.

The real (and serious) question is, whether there is any lingering, profound truth behind these much talked-about and advertised similarities. That all these leaders are nationalists, populists, and most of the time racists, goes without saying. But what of it? There always have been, and probably will be in the foreseeable future, many of these so-called “politicians”. In what way are they significant at this precise juncture in history?

To start with, it is our reaction to them that is significantly different. And, unfortunately, this reaction is a carefully manipulated and tailored one: we are asked (even goaded) to believe that this new generation of “politicians” are replacing neoliberalism. Neoliberalism, which is supposed to be no different from liberalism, but only newer and shinier; a regime that guarantees our liberties (as long as such liberties do not threaten the perpetual survival of capitalism); a regime that guarantees our happiness (as long as such happiness is found in the unconditional submission to the free market). So, we are supposed to be threatened, because the system that guarantees our liberties and happiness is going to be replaced with something much nastier, isn’t it?

This is the kind of manipulation we are dealing with. So, we are expected to support neoliberals against the “populists”; Hillary Clinton against Trump, Macron against Le Pen, Rutte against Wilders. Nobody asks whether we like Hillary, Macron or Rutte—we are asked to decide not by what we prefer, but by what we want to avoid. Even the phrase “lesser of two evils” is not pronounced much—we are not supposed to think of these choices as “evil” at all, lesser or greater.

Politics Uncategorized

The Guardian published an article about the recent (mis)adventures of Donald Trump by John Daniel Davidson (February 5, 2017), supposedly offering an alternative approach, but only ending up in the same populist/Bonapartist narrative as Trump himself.

What is terribly wrong with this article is that it puts us in an either/or situation. Trump is not only a self-absorbed, narcissistic, racist bigot (maybe not exactly a fascist, but the difference is undetectable right now), but also a clever politico who can exploit the need for change in a considerable percentage of the US population. The fact that the American people was forced into an impossible and sad referendum between Trump and Hillary, was the problem itself. It seemed that in this impossible choice Trump stood for “change” and the “people” and Hillary for the status quo and the elite, but this is no more than an illusion. Nobody stood for real change and for the people: they both stood for the status quo and the elite, but only for different status quos and different elites. Both of them won by a small margin (one the popular vote, the other the Presidency) and Trump became President. If Hillary had won, we would have been a bit more comfortable (or rather, blissful in our own ignorance), because hers is the more familiar status quo (hence less “uncanny”) and the more “professional” elite.

But at this point in history, neither had the means or willingness to resolve the formidably complex issues facing US capitalism. Sanders did have the willingness (but probably not the means), so he was discarded by the Democratic establishment. By doing this, the Democratic Party conceded a possible Trump win, but they probably hoped that Trump couldn’t survive four years of untruth, bullying and ignorance, or, failing that, were sure that even if he did, he could only pave the way for a huge conservative-Democratic victory in 2020. Exactly like the situation in Turkey for the last 15 years. If the Democratic Party had studied the events in Turkey a bit better, however, they could have seen the possibility that Trump might be a keeper, and disrupt and dismantle the status quo in the US without even realising that he was doing so, and do this over and over again, always finding a way to keep popular support even if by the skin of his teeth.

By the way, this is not something we should be unconditionally cheering about (“Hooray, the US system is going down the drain!”) Not because we like the existing status quo, but we, too, are completely unprepared for what is to come next. Again, look at Turkey: there is no rational, defendible oppositon to what is happening, because the existing opposition (both from the left and the right) had already conceded to the status quo, offering no alternatives but the narrative of an abstract “change”, which the AKP and President Erdoğan had already hijacked. Even the far left who seemed to be exteremely critical of the status quo (both “old” and “new”), didn’t have a hope that it could be changed or a clue about how it could (and should) change. Now that it is being forcibly changed (for the worse) by the recent Constitutional Amendment, establishing a “Presidential System” without checks and balances or a functional parliament, everybody is trying to shake off the paralysis and only now trying to think of ways of offering an alternative other than a simple “No!”

Let us hope that the Americans are wiser (and luckier) than us.

Politics Uncategorized

Darbeye karşı sokakta nasıl direnilir: Milletvekili Victor Baudin 1851'de Louis Napoleon darbesine karşı sokakta: How to take to the streets against a coup: Deputy Victor Baudin against Louis Napoleon's coup in 1851
1851: Milletvekili Baudin darbeye karşı

 

Darbeye karşı sokakta nasıl direnilir: Milletvekili Victor Baudin 1851’de Louis Napoleon darbesine karşı sokakta.
How to take to the streets against a coup: Deputy Victor Baudin against Louis Napoleon’s coup in 1851.

Uncategorized

Kasten yapılan sahtekarlıkla kayıtsızlıktan doğan yalancılığı birbirinden ayırmak bazen çok güçtür… Kasten kandırmak – bu çok farklı bir şey. Ama kendi doğrularından, fikirlerinden ve bunların özündeki hakikatten, ayrıntıları önemsemeksizin emin olmak – bu, dostum, özellikle dürüst olan insanların karakteristik bir niteliğidir… Kadın aşağı kata bakıyor ve holde Jane Wilkinson’ı görüyor. Kafasında gördüğünün Jane Wilkinson olduğuna dair tek şüphe yok. Öyle olduğunu biliyor. Yüzünü açıkça gördüğünü söylüyor çünkü – doğrularından bu kadar emin olduğu için – ayrıntılar önemsiz! Ona yüzünü görmüş olamayacağı söyleniyor. Yaa, öyle mi? Yüzünü görüp görmemesinin ne önemi var ki – o Jane Wilkinson’dı… Bunu biliyor. Ve bu yüzden soruları bilgisinin ışığında cevaplıyor, hatırladığı olgular üzerinde düşünerek değil. Kendinden emin tanığa her zaman şüpheyle yaklaşmalı dostum. Hatırlamayan, emin olmayan, şüphe duyan, bir dakika durup düşünen  –Ah! evet, öyle olmuştu galiba, diyen— tanık kesinlikle daha güvenilirdir!

Hercule Poirot, Lord Edgware’in Ölümü, Agatha Christie, 1933.

Konum ne denli doğrulukla ölçülürse, momentumun belirsizliği aynı oranda büyür ya da tam tersi.

Werner Heisenberg, Belirsizlik Makalesi, 1927.

Hercule Poirot 1933 yılında “pozitif bilgi”nin faydasızlığını, ona sahip olan (ya da sahip olduğu varsayılan) kişiyi ayrıntıları ve –semantik bağlamda henüz şekillendirilmemiş olgular her zaman ayrıntı özelliği taşıdıklarından— olguları görmezden gelmeye ve dolayısıyla onları daha önceden varolan, a priori bir “bilgi”ye uydurmak için çarpıtmaya, saptırmaya, yeniden yaratmaya ve yanlış anlatmaya ittiğini gözler önüne seriyor. Ancak Werner Heisenberg, Poirot’tan tam altı sene önce, tartışmasını varsayılan pozitif bilginin istenmeyen sonuçlarına değil de önermelerine dayandırarak, bu tür bilginin imkansızlığını göstermişti: “Nedensellik yasasının kesin formülasyonunda –‘bugünü kesin olarak bilirsek, geleceği hesaplayabiliriz’ – yanlış olan sonuç değil önermenin kendisidir.”[i] Heisenberg’in önermesi aslında Poirot’nun tartışmasıyla örtüşüyor: Fiziksel olguyu incelerken ayrıntılara girdikçe, kesinliğimizi kaybederiz. Sorun, bu gerçeği kabullenmeyip (daha geniş, daha genel fiziksel olgu hakkındaki), bilgimizin mutlak olduğuna, galaksilerin hareketinden fotonların ve elektronların hareketine kadar varolan her şeye uyarlanabileceğine inandığımızda ortaya çıkıyor. Bu yüzden varsayılan bilgimizin kesin olduğuna ne kadar inanırsak, bu bilgiye riayet etmeyen ince ayrıntıları o kadar görmemezlikten geliyoruz (mesela elektronun momentumu ve/veya konumu).

Kesin olan şu ki, Heisenberg ve Einstein’ın 1926’daki tartışması bu “bilginin” doğasına dair bir belirleme yapıyor: Heisenberg gözlemlenebilir/bilinebilir olguyu ölçülebilirliği açısından belirlemeye çalışırken, Einstein gözlemlenebilirliğin belli bir teoriye uyumla doğrudan bağlantılı olduğunu önererek ona meydan okuyor:

Heisenberg: “Atomun içindeki elektron yörüngesini gözlemlemek mümkün değildir. […] ama yalnızca ölçülebilir nicelikleri teorinin içinde ele almak mantıklı olduğundan, onları yalnızca kendilikler olarak olarak, yani elektron yörüngelerinin temsilleri olarak sunmak bana olağan geldi.

Einstein: “Ama fiziksel teoride yalnızca gözlemlenebilir niceliklerin ele alınması gerektiğine gerçekten inanmıyorsun, değil mi?”

Heisenberg “Görecelilik Teorisi’nin bu fikre dayandığını sanıyordum?” diye şaşkınlıkla sordu.

Einstein, “Belki bu tür bir akıl yürütme kullanmış olabilirim ama bu yine de saçmalığın daniskası. […] Gerçekte tam tersi geçerli: Neyin gözlemlenebilir olduğunu yalnızca teori belirler.”[ii]

Poirot’nun eleştirdiği tam da bu değil miydi? Yani gözlemlenebilir olguları kesin, önceden edinilmiş bilgiye uydurmak için bozmak? Terminolojide (görünürde) hafif bir kaymayı dikkate almazsak öyle gibi görünüyor. Fark şurada: Poirot bilgi (hatta pozitif bilgi) hakkında konuşurken, Einstein teoriye gönderme yapıyor, yani theoria’ya, yani, bir bakışa, bir görme biçimine, bir anschauung’a. Teori, en yalın anlamıyla, şeylere bakma biçimimizdir ve bu yüzden “neyin gözlemlenebilir olduğunu belirlediğini,” söylemeye gerek bile yoktur. Diğer yandan bilgi sophia’dır, varılan bir yerdir ve oraya bir kere vardığınızda belirsizliklere yer yoktur. Bu yüzden eğer ayrıntılar (olgular) istenmeyen belirsizlikler yaratma eğilimindeyse, onları görmezden gelmeniz ya da çarpıtmanız gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Teori belirsizlikler üzerine kuruludur; bakış kayar, dolaşır, meraklanır, yeni veriyi içerir, değişir, mutasyona uğrar: a priori ve a posteriori arasındaki sıkıntılı dengeyi temsil eder. Diğer yandan pozitif bilgi, bir kere oluştu mu sabitlenir; daha fazla etrafına bakmaz, olgulara olması gerekeni söyler: a priori’nin a posteriori üzerindeki egemenliğini temsil eder. Kısacası, teorik fiil bir kere yerleşik bilgi olarak pıhtılaştığında ve kendisi üzerine düşünme yetisini kaybettiğinde, bilgi daha sonraki bilgi için kazanç değil risk oluşturur.

Bu bağlamda nazar bir kere sabitlentiğinde, pozitif bilginin, yani kendinden sorgusuz bir şekilde emin olan bilginin, bugün Köktencilik dediğimiz şeyin temelini oluşturma ihtimali vardır. Ama bir saniye, diyecek kendinden emin olmayan görgü tanığı, aynı şey Köktencilik’in taban tabana zıttı olarak bildiğimiz Aydınlanma’nın da temeli değil mi? Saçma, diye cevap verecek kendinden emin görgü tanığı, aynı şey birbirine taban tabana zıt iki varlığın temelini oluşturamaz, öyle değil mi? Emin olmayan görgü tanığı ikircikli kalacak ve “Köktencilik” ve “Aydınlanma” kavramlarının daha derinlemesine araştırılmasını talep edecek (ya da, üslubuna göre, rica edecektir) bizden.

[i] Werner Heisenberg, “Belirsizlik Makalesi”.

[ii] Werner Heisenberg, Der Teil und Das Ganze, R. Piper & Co., Munich (1969) Çeviri G. Holton.

Çeviri: Didem Kizen

Devamı

Uncategorized