Radikal İkirciklilik Üzerine (2007)

Kasten yapılan sahtekarlıkla kayıtsızlıktan doğan yalancılığı birbirinden ayırmak bazen çok güçtür… Kasten kandırmak – bu çok farklı bir şey. Ama kendi doğrularından, fikirlerinden ve bunların özündeki hakikatten, ayrıntıları önemsemeksizin emin olmak – bu, dostum, özellikle dürüst olan insanların karakteristik bir niteliğidir… Kadın aşağı kata bakıyor ve holde Jane Wilkinson’ı görüyor. Kafasında gördüğünün Jane Wilkinson olduğuna dair tek şüphe yok. Öyle olduğunu biliyor. Yüzünü açıkça gördüğünü söylüyor çünkü – doğrularından bu kadar emin olduğu için – ayrıntılar önemsiz! Ona yüzünü görmüş olamayacağı söyleniyor. Yaa, öyle mi? Yüzünü görüp görmemesinin ne önemi var ki – o Jane Wilkinson’dı… Bunu biliyor. Ve bu yüzden soruları bilgisinin ışığında cevaplıyor, hatırladığı olgular üzerinde düşünerek değil. Kendinden emin tanığa her zaman şüpheyle yaklaşmalı dostum. Hatırlamayan, emin olmayan, şüphe duyan, bir dakika durup düşünen  –Ah! evet, öyle olmuştu galiba, diyen— tanık kesinlikle daha güvenilirdir!

Hercule Poirot, Lord Edgware’in Ölümü, Agatha Christie, 1933.

Konum ne denli doğrulukla ölçülürse, momentumun belirsizliği aynı oranda büyür ya da tam tersi.

Werner Heisenberg, Belirsizlik Makalesi, 1927.

Hercule Poirot 1933 yılında “pozitif bilgi”nin faydasızlığını, ona sahip olan (ya da sahip olduğu varsayılan) kişiyi ayrıntıları ve –semantik bağlamda henüz şekillendirilmemiş olgular her zaman ayrıntı özelliği taşıdıklarından— olguları görmezden gelmeye ve dolayısıyla onları daha önceden varolan, a priori bir “bilgi”ye uydurmak için çarpıtmaya, saptırmaya, yeniden yaratmaya ve yanlış anlatmaya ittiğini gözler önüne seriyor. Ancak Werner Heisenberg, Poirot’tan tam altı sene önce, tartışmasını varsayılan pozitif bilginin istenmeyen sonuçlarına değil de önermelerine dayandırarak, bu tür bilginin imkansızlığını göstermişti: “Nedensellik yasasının kesin formülasyonunda –‘bugünü kesin olarak bilirsek, geleceği hesaplayabiliriz’ – yanlış olan sonuç değil önermenin kendisidir.”[i] Heisenberg’in önermesi aslında Poirot’nun tartışmasıyla örtüşüyor: Fiziksel olguyu incelerken ayrıntılara girdikçe, kesinliğimizi kaybederiz. Sorun, bu gerçeği kabullenmeyip (daha geniş, daha genel fiziksel olgu hakkındaki), bilgimizin mutlak olduğuna, galaksilerin hareketinden fotonların ve elektronların hareketine kadar varolan her şeye uyarlanabileceğine inandığımızda ortaya çıkıyor. Bu yüzden varsayılan bilgimizin kesin olduğuna ne kadar inanırsak, bu bilgiye riayet etmeyen ince ayrıntıları o kadar görmemezlikten geliyoruz (mesela elektronun momentumu ve/veya konumu).

Kesin olan şu ki, Heisenberg ve Einstein’ın 1926’daki tartışması bu “bilginin” doğasına dair bir belirleme yapıyor: Heisenberg gözlemlenebilir/bilinebilir olguyu ölçülebilirliği açısından belirlemeye çalışırken, Einstein gözlemlenebilirliğin belli bir teoriye uyumla doğrudan bağlantılı olduğunu önererek ona meydan okuyor:

Heisenberg: “Atomun içindeki elektron yörüngesini gözlemlemek mümkün değildir. […] ama yalnızca ölçülebilir nicelikleri teorinin içinde ele almak mantıklı olduğundan, onları yalnızca kendilikler olarak olarak, yani elektron yörüngelerinin temsilleri olarak sunmak bana olağan geldi.

Einstein: “Ama fiziksel teoride yalnızca gözlemlenebilir niceliklerin ele alınması gerektiğine gerçekten inanmıyorsun, değil mi?”

Heisenberg “Görecelilik Teorisi’nin bu fikre dayandığını sanıyordum?” diye şaşkınlıkla sordu.

Einstein, “Belki bu tür bir akıl yürütme kullanmış olabilirim ama bu yine de saçmalığın daniskası. […] Gerçekte tam tersi geçerli: Neyin gözlemlenebilir olduğunu yalnızca teori belirler.”[ii]

Poirot’nun eleştirdiği tam da bu değil miydi? Yani gözlemlenebilir olguları kesin, önceden edinilmiş bilgiye uydurmak için bozmak? Terminolojide (görünürde) hafif bir kaymayı dikkate almazsak öyle gibi görünüyor. Fark şurada: Poirot bilgi (hatta pozitif bilgi) hakkında konuşurken, Einstein teoriye gönderme yapıyor, yani theoria’ya, yani, bir bakışa, bir görme biçimine, bir anschauung’a. Teori, en yalın anlamıyla, şeylere bakma biçimimizdir ve bu yüzden “neyin gözlemlenebilir olduğunu belirlediğini,” söylemeye gerek bile yoktur. Diğer yandan bilgi sophia’dır, varılan bir yerdir ve oraya bir kere vardığınızda belirsizliklere yer yoktur. Bu yüzden eğer ayrıntılar (olgular) istenmeyen belirsizlikler yaratma eğilimindeyse, onları görmezden gelmeniz ya da çarpıtmanız gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Teori belirsizlikler üzerine kuruludur; bakış kayar, dolaşır, meraklanır, yeni veriyi içerir, değişir, mutasyona uğrar: a priori ve a posteriori arasındaki sıkıntılı dengeyi temsil eder. Diğer yandan pozitif bilgi, bir kere oluştu mu sabitlenir; daha fazla etrafına bakmaz, olgulara olması gerekeni söyler: a priori’nin a posteriori üzerindeki egemenliğini temsil eder. Kısacası, teorik fiil bir kere yerleşik bilgi olarak pıhtılaştığında ve kendisi üzerine düşünme yetisini kaybettiğinde, bilgi daha sonraki bilgi için kazanç değil risk oluşturur.

Bu bağlamda nazar bir kere sabitlentiğinde, pozitif bilginin, yani kendinden sorgusuz bir şekilde emin olan bilginin, bugün Köktencilik dediğimiz şeyin temelini oluşturma ihtimali vardır. Ama bir saniye, diyecek kendinden emin olmayan görgü tanığı, aynı şey Köktencilik’in taban tabana zıttı olarak bildiğimiz Aydınlanma’nın da temeli değil mi? Saçma, diye cevap verecek kendinden emin görgü tanığı, aynı şey birbirine taban tabana zıt iki varlığın temelini oluşturamaz, öyle değil mi? Emin olmayan görgü tanığı ikircikli kalacak ve “Köktencilik” ve “Aydınlanma” kavramlarının daha derinlemesine araştırılmasını talep edecek (ya da, üslubuna göre, rica edecektir) bizden.

[i] Werner Heisenberg, “Belirsizlik Makalesi”.

[ii] Werner Heisenberg, Der Teil und Das Ganze, R. Piper & Co., Munich (1969) Çeviri G. Holton.

Çeviri: Didem Kizen

Devamı